Siyonist rejimin ve İngiltere ile Amerika öncüleğindeki Anglo-Sakson akımının, “Batı Asya”yı (Orta Doğu) savaş, katliam ve parçalama araçlarıyla (1916 Sykes-Picot’u yerine) yeni bir Sykes-Picot biçiminde yeniden dizayn faaliyetlerinin yoğunlaşması ve Avrasya’da Rusya ile yıpratıcı gerginliğin yoğunlaşmasıyla birlikte, Türkiye’nin bu süreçteki konumu ve rolü hakkında birçok spekülasyon ortaya çıkıyor.

Türkiye, NATO üyesi olan tek İslam ülkesidir (18 Şubat 1952’den beri). Son yıllarda dış politikada birçok  alanda tecrübeler elde edilmiştir: Avrupa Birliği’ne tam üyelik talebinden (1987’de Avrupa Topluluğu’na ve 1999’da Avrupa Birliği üyeliğine aday olarak), doğuya yöneliş siyasetine (2012’de Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik başvurusunda bulundu) ve içeride ulusalcılık, İslamcılık ve milliyetçilik ile İslamcılığın bir bakış açısına kadar.

Suriye savaşı ve IŞİD tekfirci terörizminin faaliyetleri sırasında Türkiye’nin dış politika açılımlarına, özellikle Suudi Arabistan, İran, Rusya vb. ülkelere yönelik beklenmedik değişimler, Ankara’nın sebat ve güvenilir bir dış politikadan yoksun kaldığı bakış açısını güçlendirdi; o dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi’ne yakın bazı akımlar bu sorunu Türkiye’nin tüm etkili aktörlerle ilişki kurma ve bir güç bloğuna veya koalisyona bağımlılıktan kaçma bakış açısıyla temsil etmeye çalıştılar; ancak gerçek şu; Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti sırasında Türkiye’nin dış politikasının altyapısı, son 20 yılda değişmezken, daha da güçlenen amaçlar üzerine kurulmuştur.

Genel olarak 2002’den, bir bakıma ise 2011’den bu yana Türk dış politikasının temel altyapısı neo-Osmanlıcılık, pantürkizm ve bir Türk İslam şeklinin sunulması üzerine inşa edilmiştir; bu yaklaşım, Yusuf Akçura’nın Osmanlı’nın son döneminde Osmanlıcılık, İslamcılık ve pantürkizm olmak üzere üç siyasetten birini seçmenin üzerinde duran “Üç Politika” kitabında gözler önüne serdiği ilkeleri ortaya atmaktadır; ancak günümüzde Türkiye’nin uygulamalı politikası, bu üç politikanın bir karışımıdır ve elbette İslamcılık içeriğini azaltmış ve propaganda dış yönlerini artırmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi, bu birleşik politikayı, Amerika, İngiltere ve Siyonist rejimin liderlik ettiği Anglo-Sakson cephesinin amaçlarıyla çelişmeyecek, aynı zamanda onların büyük planlarıyla da dengeyi bir bakıma izlemiştir. Dolayısıyla İslam ülkeleri, Türk yetkililerin ifadeleriyle eylemleri arasında bir dengesizlik olduğunu gösteren davranışlara tanık olmaktadır; Türk yetkililer bir yandan Netanyahu’yu Hitler’e benzeterek ve Gazze’deki Filistinlilerin soykırımı ile ilgili felaketi ve duaları dile getirerek kendilerini Filistin davasının taraftarı olarak sunuyorlar, ancak pratikte Siyonist rejime slogan ve gösterişten öte bir darbe vurmaya yanaşmıyorlar; aksine, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattıyla Siyonist rejimin ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlamada; Yemen ve direniş ekseninin aktivitelerine karşılık Siyonist rejime transit ve iletişim olanakları sağlamada; İsrail’e gıda, çelik, yakıt, su ve paralı asker göndermede; Siyonist rejimin bölgesel saldırganlıklarını himaye etmek için İncirlik ve Kürecik operasyonlarına ve İstanbul, İzmir, Konya, Ankara, Mersin, Kahramanmaraş, Malatya, Diyarbakır ve Batman’daki diğer ABD ve NATO üslerine eşlik etmede en önemli rolü oynuyorlar; Bu sürecin sonucu, Çankaya yetkilileri Filistin’le ilgili felaket hikayeyi tekrarlamaya devam ederken, bazı TBMM üyelerine göre, Filistin halkının soykırıma uğradığı iki yıllık süreçte Ankara’nın Tel Aviv ile ekonomi ilişkileri önemli ölçüde artarak, İsrail ordusunda elleri Filistin kanına bulanmış Türkiye vatandaşı Yahudiler bu ülkeye serbestçe seyahat edebiliyor.

Azerbaycan Cumhuriyeti’nde İlham Aliyev’in desteği altındaki hükümetin birçok alanını yöneten Ankara’nın, Bakü heyetinin insanlık vicdanı ve Netanyahu’nun konuşmasının sonuna kadar BM salonunda kalması konusundaki direnmesi karşısında susması, Bakü’ye yönelik tepkilerin bazı kitle iletişim araçlarının tavrıyla sınırlı kalması; ya da genellikle haftanın her günü Gazzeli çocukları yâd eden Erdoğan’ın, Trump’ın 38 İsrailli rehinenin cesetleriyle ilgili iki kez görüşmesine rağmen, ABD Başkanı ile görüşmesinde 66 bin Filistinli şehidin adını anmaması da işte bu açıdan dikkate alınabilir.

Gerçek şu ki, bağımsız politikalar izlediği yönündeki tüm iddialara rağmen Türkiye, bölgede NATO temsilcisi olarak hareket etmeyi sürdürüyor. Osmanlı ve Pantürkist yaklaşımlar ile Türkiye’nin İslami modeli de bu açıdan ele alınabilir; Ankara son yıllarda NATO’ya, özellikle de İngiltere’ye karşı hiçbir girişimde bulunmamakla kalmazken; Türkiye, NATO ve Anglo-Sakson cephesi adına kapsamlı projeler uygulamış ve yürütmeye de devam etmektedir.

Bu açıdan ve Batı Asya’da bir Anglo-Sakson düzeni kurma sürecinde, Türkiye’nin ilk görevi, Batı’nın Şii Hilali olarak isimlendirdiği direniş eksenine ağır darbeler indirmekti. Bu eylemin doruk noktası, Beşşar Esad rejimini çökertmek ve düne kadar Batı’nın terörist listesinin başında yer alan kişileri iktidara getirmek için Türkiye ile Siyonist rejim arasında gizli bir işbirliği yapılmasıydı. İran’ın İsrail sınırlarına kara bağlantısını ortadan kaldırarak Esad Suriye’sinin çöküşü, Türkiye ve ona bağlı güçlerin katılımı olmadan mümkün olmayacak olan Siyonist rejime yüzyılın en büyük hizmetidir. İşte bu gizli işbirliği nedeniyle Ankara ve onun Suriye’deki taşeron hükümeti (Muhammed el-Culani), Siyonist rejimin Süveyda’da ve güney Suriye’nin Şam yakınlarına kadar uzanan kesimlerinde Suriye konusunda perde arkasında varılan anlaşmayı ihlal eden saldırganlığına karşılık olarak gösterişli bir tepki dışında hiçbir pratik adım atmamış, hatta buna cesaret edememiştir; hatta bazı İsrail çevreleri ve yetkilileri, Siyonist rejimin gerekirse Türkiye’ye saldırabileceği ihtimalini bile gündeme taşımaktadırlar.

Türkiye, özellikle 2. Karabağ Savaşı projesinden bu yana NATO ve Anglo-Sakson cephesinde lider görünümlü bir rol oynamak amacıyla, Türk Devletleri Örgütü (Türk NATO) adı altında sözde Türk dünyası oluşturmaya çalışmakta ve Güney Ermenistan’da bir toprak ötesi koridor (NATO’nun Turan Koridoru) uygulama düşüncesini sürdürmektedir; Ankara’nın “Trump’ın Uluslararası Barış ve Refah Yolu” (TRIPP) ile bağdaştırılması bunu ispatlıyor. 7 Ekim 2023’ten sonraki 2 yıllık olayların de kanıtladığı gibi, en önemli engeli İran-Şii Azerbaycan kimliği olan Türkiye’nin sözde Türk dünyası, Siyonist rejim için en önemli destekçisi, lojistik destek ve geçiş güzergahıdır; Zira bu planın temeli Türkiye’deki yerli ve halkçı düşüncelere değil, Vambrey ve Lemley David gibi Yahudi teorisyenlerin yaratıcısı olduğu 200 yıllık İngiliz Pan-Turancılık planına dayanmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Hicri Şemsi 3 Mehr 1404 (25 Eylül 2025) tarihinde ABD’ye yaptığı temasları ve 6 yıl aradan sonra Donald Trump ve Amerikalı yetkililerle yaptığı birkaç görüşme, Anglo-Sakson cephesinin Ankara’ya ve Trump’ın ifadesiyle “Türkiye, Avrupa ve dünyada geniş çapta saygı duyulan güçlü bir insan”a yeni görevler yüklediğini gözler önüne seriyor. ABD’nin Türkiye’den asıl isteği, Moskova’ya yönelik enerji yaptırımlarını hayata geçirmek için Rusya’dan doğalgaz ithalatının düşürülmesi ve sonuçta durdurulmasıdır. Kuzey Akım 1 ve 2 boru hatlarının patlatılması ve Rus boru hattından Ukrayna’ya gaz aktarılmasının 2025 yılı başından itibaren durdurulmasının ardından, Türk Akımı boru hattı (Karadeniz yatağından 1090 km uzunluğundaki Türk Akım), Ukrayna Savaşı’ndan sonra Rus gazını global pazarlara taşıyan en önemli boru hattı olarak kabul ediliyor. Bilhassa Bakü, Donald Trump ile işbirliği yaparak ve aynı zamanda Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Ağustos 2025’te Amerikaya yapacağı ziyaret sırasında Exxon Mobil ile enerji anlaşması imzalayarak, Rus Gazprom gazının boru hatlarından Türkiye ve Avrupa’ya gizlice intikal ettirilmesini durdurmuş ve Ukrayna’daki Zelenski hükümetine mali ve askeri himayesini kamuoyuna ilan etmiştir.

Türkiye, daha önce NATO’nun 2. Karabağ Savaşı’ndan (2020) sonra Rusya’yı Kafkasyanın güneyinden tamamen çıkarma planını sürdürmek ve 18 Ağustos 2025 tarihinde Beyaz Saray anlaşmalarında adı geçen sahte Zengezur Koridoru’nun İngiliz komplolarıyla birlikte, Rusya’yı enerji ve transit denklemlerinden çıkarma niyetini gözer önüne sermiştir. Şimdi Ankara’nın yeni görevi, Moskova gazının küresel pazarlara intikal ettirilmesi sürecini aksatmak ve 1936 Montrö sözleşmesini Uluslararası Çanakkale ve Boğaz Güzergâhlarında uygulama bahanesiyle Rusya’nın Karadeniz’deki ablukasını arttırmak. Ankara’nın bu eyleminin karşılığı, Gazze Savaşı’ndan sonraki süreçte İsrail Leviathan sahasından Türkiye üzerinden Global pazarlara gaz aktarılmasında Türkiye’nin oynadığı kilit rol olacak. Çünkü onun desteği altındaki ülke (Bakü) daha önce sözü edilen gaz sahasına ve Siyonist rejimin diğer enerji sahalarına büyük yatırımlar yapmış ve Tamar gaz sahasının %10 hissesini satın almıştı.

Eldeki kanıtlar, Türkiye’nin medya, spor ve politika sahalarındaki bazı İsrail karşıtı gösterilerine rağmen, Batı Asya ve Avrasya’daki Anglo-Sakson cephesinin kışkırtıcı planlarını “güçlü ve hızlı bir şekilde” hayata geçirildiğini doğruluyor. Belki de bu nedenle, Türkiyenin eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Tayyip Erdoğan’ın Donald Trump ile temaslarının ardından, Amerika’nın neo-emperyalist bir sistem oluşturma çabalarına atıfta bulunarak, “İnsanlığın ve ülkemin bu yeni oluşumları yeri konusunda derin kaygılarım var. Trump’ın dünya liderlerine yönelik küçük düşürücü tepkisi, 2. Dünya Savaşı öncesinde Hitler ve Mussolini’nin tepkilerini hatırlatıyor,” diye vurguladı.

Davutoğlu, Batı’nın “Büyük İsrail” düşüncesi doğrultusunda Orta Doğu’yu bölme planlarına Türkiye’nin de dahil edilmesiyle ilgili Türk çevrelerinin kaygılarının büyük bir kısmını ifade etmemiş gibi görünüyor. ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi olarak Ankara’da bulunan Tom Barack gibi yetkililer, Orta Doğu’da bağımsız ülke diye bir oluşumun söz konusu olmadığına ve bunların köyler ve kabilelerden oluşan bir topluluk olduğuna inanıyor. Ayrıca Türkiye ve Osmanlıları tarihi bir ülke olarak değil, 1453’te Konstantinopolis ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne neden olan işgalciler olarak görüyorlar. Dolayısıyla Ankara’nın Anglo-Sakson cephesinin önünü açmadaki rolü, Batı’nın Türkiye’ye yönelik düşmanca planlarının hayata geçirilmesini önünü almayacak, aksine hızlandıracaktır. Dolayısıyla Ankara’nın yaklaşımı, Saadi’nin de söylediği bu önemli ve dikkate aşayan sözü buna bir örnek teşkil etmektedir:

“Ey Arap, Sen Kâbe’ye gidemeyeceksin,               korkarım Türkistan’a varacaksın.”

* Avrasya sahasında Kıdemli Uzmanı Dr Ahmad Kazemi