Dr. Ahmet Kazemi

Türkiye’de Türkiye’nin devlet televizyon ağı (TRT)’nin Farsça servisinin hizmete girmesi konusunda yaklaşık 10 yıldan fazla süren tartışmanın ardından, Suriye’de Türkiyeye bağlı takım elbiseli benzeri teröristlerin faaliyetleriyle birlikte ve resmi yetkililer ve İran karşıtı unsurların katılımıyla ve İranlı kavimlere odaklanmasıyla reklamın yayınlanmasıyla bu şebeke yayın hayatına başladı. Türkiyede yoğun eleştirilere yol açan, TRT genel başkanı Zahid Sobacı ve TRT’nin diğer yetkililerinin; “TRT Farsça” ağının faaliyete geçmesinden güdülen asıl hedefin İranın rahatsız edilmesini dikkate alarak “Osmanlı dönemi Yeniçeri”lerin propagandacıların yöntemiyle ve bir takım övgülerin kenara bırakılmasını içeren sözler sarfetmeleri herkesi şaşkına çevirdi. Tabi bu sefer TRT Farsçanın hizmete girmesiniden güdülen hedef bölgesel istikrarın sağlanması ve kültürel ilişkilerin pekiştirilmesi şeklinde ileri sürüldü.

TRT Farsçanın hizmete girmesi ve Suriye ve Türkiyede eylemlerde bulunan Türkiyenin girişimleri hakkında şunlar belirtilebilir:

1) TRT’nin hizmete girmesinden güdülen asıl hedef ve amaç hakkında; toprak genişletilmesi gibi tarihi olayları içeren 600 yıllık bir mazisi olan Türkiye; medeniyet, tarihi, Kültürel, sanatsal ve edebi açıdan binlerce yıllık tarihi geçmişi olan İran karşısında söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Öyle ki Türkiyeli bazı düşünürler Osmanlıların günümüze değin hiçbir edebi ve sanatsal eser kendinden bırakmadıklarını ileri sürdürler. Böylece TRT Farsçanın hedefi kültürel sebepten ibaret ise doğal olarak İran kültürü ve medeniyetine olan saygının bu televizyon ağının asıl faaliyet odağı olması gerekirdi ancak TRT’nin ürettiği tarihi dizilerde İranlıların eski kültürünün sahteciliği ve yok edilmesinin TRT’nin bu yaklaşımdan çok uzak olduğu anlaşılıyor. Gerçekte ise bu gibi yaklaşım İran kaşıtı karalama kampanyasını amaçlayan köklü hedeflerle çelişiyor. İranın Siyonist İsraile karşı füzeli saldırısıyla birlikte bu karalama kampanyasına Türkiyede bazı kitle iletişim araçları İranla İsrailin İslam dünyasının kamuoyunu aldatmak amacıyla sözde işbirliğinde bulunduğunu bildirdiklerini içeren karalama kampanyası örneği olarak gösterilebilir. Ancak fazla bir zaman geçmeden Filistin ülküsüne hıyanet eden ve Siyonist İsrail rejiminin bölgede işledği cinayetlerine yeşil ışık yakan iddia sahibi ülkenin kim olduğu ortaya çıktı.

2) Aslında TRT’nin hizmete girmesinden güdülen asıl amacın Türkiyenin bölge gelişmelerinde onadığı üçlü rolünde değerlendirmek gerekir. Bu üç rol, Natonun Batı Asyadaki temsilciliği, İngilterenin planlarındaki taşeronluğu ve Neo Osmanlının yaklaşımlarının takip edilmesi.

  1. Türkiyenin 1952’den itibaren başlayan NATO paktı üyeliği ve onun Batı Asyadaki temsilcisi olarak rolü hala sürüyor. Türkiyenin üstlendiği rolü konusundaki eylemleri Direniş ekseninin zaafa uğramasına dayanıyor ki Ankaranın bundan elde ettiği zaferin bölgedeki rolünün sona ermesi manasında olduğu şeklinde anlaşılıyor. Buna göre, Siyonist rejime gıda, yakıt, petrol, çelik, su, tahıl ve diğer stratejik ürünlerin İsrail rejimine gönderilmesi alanında bir yıl kadar tam lojistik ve transit desteği verilmesinin ve bu rejimle ticaret alışverişinin kat kat artırılmasının ardından, Türkiye bu dönemde, NATO’nun temsilcisi olarak Suriye ve Ukrayna’da Rusya ve ABD arasındaki büyük pazarlığa nihayet uyum sağladı ve Siyonist rejimle ittifak kurarak, uluslararası terörizm listesinde yer alan silahlı grupları ve tabii ki , boş bir alanda. Beşşar Esad rejimini devirerek, Siyonist rejime Suriye halkının askeri ve hayati altyapısını yok etme konusunda eşsiz bir fırsat sağladı. Ankara, İslam dünyasının düşmanlarının ülkeye hediye ettiği bu fethin sarhoşluğu içindeyken, Siyonist rejim Suriye topraklarının bir kısmını işgal etti. Hiç şüphe yok ki, Ankara’nın bu ikiyüzlü yaklaşımı, elbette Türkiye’deki Siyonizm karşıtı halk tarafından kabul görmeyecek ve tarihe geçecek ve İhvan’ın iddia edilen yönetim modeline telafisi zor darbeler indirecektir.
  2. Natonun temsilciliğinin rolünün yanında Adalet ve Kalkınma Partisi de İngilterenin planlarının taşeronu olarak ve bölgede özel olarak rol oynamaktadır. İngiltere ise son 23 yıl boyunca diğer Avrupa ülkelerinin aksine AKP ile kalıcı ve ileri dönük ilişkilerde bulunan tek Avrupa ülkesidir ve Londranın eleştirilmesi esasen AKP’nin kırmızı çizgisi sayılır. Sykes-Pico paktı üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçtiği bir durumda sömürgeci İngiltere Batı Asya ülkelerinin parçalanması yönünde yeni planların öncüsü görevini yeniden üstlenmekte üstelik bu planın bir kısmı da Türkiyenin öncülüğünde Suriye ve Irakta yürütülmekte olduğu anlaşılıyor. Adı geçen planın diğer bir kısmı da Türkiye vasıtasıyla İran, Rusya, Ermenistan ve Çin gibi ülkelere karşı yürütülmekte olan Turani-Nato koridoru aracılığıyla Kafkasyada jeopolitik değişimlerin hayata geçirilmesi ekseninde, İngiliz ürünü Pan-Turanizme bağlı “Türk Dünyası” olarak bilinen plan kapsamında yürütülmektedir.
  3. Türkiye’nin bölgede üstlendiği üçüncü rol, kardeşlik ve Türkçülüğün de harmanlandığı neo-Osmanlı bir yaklaşıma dayanmaktadır. Bu Türk yaklaşımının merkeziliği, AKP yöneticilerinin 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nı devre dışı bırakıp geçersiz kılma arzusunda görülebilir. Bu anlaşma Türkiye’nin bugünkü sınırlarını çiziyordu ancak bu anlaşmanın geçersiz kılınması, toprak yayılmacılığı anlamına gelecekti. Ankara’nın bugün Suriye’de, Irak’ta, Kıbrıs’ta, Ermenistan’da, Kafkasya’da ve Doğu Akdeniz’de yaptığının aynısını yapıyoruz. Ancak, 1876’da Osmanlı Sultanı Abdülhamid’in Siyonistlerin Filistin’de toprak satın alma ve yerleşme isteğine karşı tutumunu, Ankara hükümetinin Suriye’de İsrail’in kaynaklarını ve altyapısını yok etmesi için ideal koşullar sağlama konusundaki mevcut tutumuyla karşılaştırırsak; Suriye halkı ve topraklarının işgalini karşılaştıralım, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu rolü ve davranışına Osmanlı demek bile Osmanlı Hilafetine benzemektedir. Bu açıdan bakıldığında, Adalet ve Kalkınma Partisi liderleri ne Türk İslamcıların ilk lideri Necmettin Erbakan’ın sonraki ideallerine, ne de Filistin’e ilişkin erken dönem Osmanlı yaklaşımlarına sadık kalmışlardır.

3) TRT Farsça kuruluş amaçları, Türkiye’nin bölgedeki üç yönlü rolünün bir bileşimi bağlamında değerlendirilmelidir; Ancak Ankara yöneticilerinin yanlış hesabı, Türkiye’nin parçalanmasının da planlandığı “büyük bir komplonun” piyadesi olarak rol almalarında yatmaktadır. NATO’nun İngiltere ve ABD merkezli Büyük Ortadoğu, Yeni Ortadoğu, Büyük İsrail gibi bütün planlarında, parçalanma planlarının da merkezinde Türkiye yer alıyor. İşte bu nedenle ABD ve İngiltere, Ankara’nın tüm itirazlarına rağmen Kürt sorunu konusunda Türkiye’ye destek vermiyor. Dolayısıyla Ankara’daki hükümet yetkililerinin istihbarat varsayımlarını bir kenara bırakarak şunu söyleyebiliriz: “İngiltere ve NATO’nun Ankara’ya bakışı “Türkiye” kelimesiyle değil, “Turkey” kelimesiyle yapılmaya devam ediyor. Suriye’deki karmaşık gelişmelerin geleceği, bu meselenin boyutlarını daha da belirginleştirecektir. Benzer şekilde, tarihi geçmişte Osmanlı döneminde İngiltere ve Avrupa, Osmanlı elçilerine “Türk” diyerek onları aşağılamaya çalışmışlardır. Zira İngiliz oryantalist Bernard Lewis’e göre, Osmanlılar bu kelimenin kullanılmasını rencide edici buluyorlardı.

4) Adalet ve Kalkınma Partisi’nin genel olarak iktidara gelmesinden ve özel olarak 2016 darbesinden sonra Türkiye, uluslararası raporlara göre bir “medya hapishanesi” haline geldi ve hükümeti eleştiren ve ona karşı çıkan yüzlerce medya kuruluşu kapatıldı. Böyle bir ortamda, uluslararası medya faaliyet ilkeleri ve değerleri çerçevesinde TRT Farsça Ağı’nın kurulmasını temsil etmek bir tür uzlaşmadır. Bazı bulgular, Ankara ve Bakü’nün uzun yıllardır sürdürdüğü politikaların devamı niteliğindeki amaçlarından birinin de İran’da etnik ve mezhepsel ayrışma yaratmak olduğunu ortaya koyuyor. Farsça yayın ağı kurma konusunda iki büyük yenilgi yaşayan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin, bu kez etnik sorunları alevlendirmek amacıyla “TRT Farsça”nın mali sponsorları kurulunda yer aldığı söyleniyor. Bu bağlamda iki husus öne çıkarılabilir: 1. Türkiye, tarihinde azınlıklara yönelik dört soykırımın yaşandığı dünyadaki tek ülkedir: Ermenilere, Rumlara, Kürtlere, Alevilere ve Süryanilere yönelik soykırım. Bu karanlık tarihi sicil, Türk Anayasası’nda azınlık haklarının reddedilmesiyle birleşince, bu ülke etnik köken ve azınlıklar konusunda diğer ülkelerden daha savunmasız bir hale gelmiştir. 2. Uzun bir tarihi geçmişi olmayan ülkelerden farklı olarak İran’daki etnik gruplar ve dinler, binlerce yıldır barış içinde bir arada yaşamanın sonucunda, ayrılmaz bir “tarihi ve birleşik İran milleti” yaratmışlardır. Bu nedenle en kritik durumlarda İran’daki etnik gruplar ve dinler, İran’ın ilerlemesi için bir tehdit değil, her zaman bir fırsat olmuştur.

5) Uluslararası medyanın kurulması, ya da diğer adıyla yurtdışı medyası, İran’ın lider olduğu ve geniş deneyime sahip olduğu bir alandır; dünyanın önde gelen 30’dan fazla dilinde onlarca televizyon ve radyo kanalı ve ağı bulunmaktadır. Yaklaşık otuz yıl önce, TRT’nin Türkiye’de daha çok yerli medya kuruluşu olarak tanındığı dönemde, İran, Sahar ağı (1997) adıyla “Türkçe Televizyonu” televizyon kanalını kurmuştu. Ankara’da etkisi nedeniyle kısa sürede bir dizi tepkiye yol açan bir ağ olmaktadır. Son olarak, Türkçe Televizyonu’nun birkaç yıl faaliyet göstermesi ve iki taraf arasında mesaj alışverişinin ardından, dönemin yurtdışındaki ulusal medya yetkilileri, olumlu bir bakış açısıyla kanalı kapattılar. Şimdi Ankara, o dönemki anlaşmaları ihlal ederek TRT Farsça ağını kuruyor. Dolayısıyla, TRT Farsçanın bu ağda “Türkiyenin Rengareng Kuruntuları” peşinde koşmasının önüne geçememesi durumunda, geçmişteki kuruntuları deneyimlere dayanarak İran’da bir Türkçe ağını kurmak çok olası bir seçenek ve İran için bir fırsat olacaktır.